Seyahat virüsü insanın içine bir girmeye görsün. Artık bu virüsün vücuttan atılmasına imkan yoktur. Belki tek engel kapının eşiğidir. O engeli aşmak da atılacak bir adıma bağlıdır. Kafamda bu düşüncelerle düştüm yollara. Ulaştığım ilk köy Mersin’in hemen kuzeyinde yer alan Buluklu köyü oldu. Dik bir yokuşu aşarak köyün meydanına ulaştım. Sayıları gün geçtikçe azalan taş evlerin yanından geçmek bile insana huzur veriyor. Gördüğüm bu taş yapılardan en önemlisi de artık kendi yalnızlığına ve kaderine terk edilmiş köy okuluydu. Köy meydanının yanında yer alan bu eski okul hala tüm sıcaklığını ve doğallığını koruyor. Sanki az sonra çalan zille, çocuklar merdivenlerden hızla inip okulun bahçesine karışacaklarmış duygusunu uyandırıyor.
Buluklu’dan bir kilometre daha doğuya ilerleyip Resul köyüne ulaştım. Burada, çınar ağacının gölgesindeki köy kahvesinde içilen çay dünyalara bedeldi doğrusu. Resul köyünden iki kilometre sonra, 1825’te henüz köy statüsünde olan Mersin’in bağlı olduğu, Camili’ye vardım. Köyün hemen girişinde heyelan nedeniyle duvarlarında çatlaklar oluşan metruk türbeyle karşılaştım. Kubbeyle örtülü türbenin penceresinden içeriye baktığımda, üç mezar gördüm. Selçuklular döneminde yapılan bu türbede, köylülerin dediğine göre dönemin ileri gelen bir ailesi yatmaktaymış. Türbeden ayrılıp gezimin ana eksenini oluşturan ve yapımı 1295 tarihine uzanan ve köye adını veren tarihi camiye geldim. Cami yakın zamanda başarılı bir restorasyon geçirmiş. Kare planlı caminin ahşap tavanı dışında tamamı kesme taşlarla inşa edilmiş. Mersin’de varlığından pek de haberdar olunmayan bu eser, yeterli bir tanıtım çalışması yapıldığında turizme önemli katkılar sağlayacaktır.
Camili’deki bu önemli eseri gördükten sonra köyün kuzeydoğusundaki Yeşilova ve Iğdır köylerini geçip Bekirde köyüne varmam, çok da zor olmadı. Bekirde’ye gitmemin asıl sebebi, portakal bahçelerinin içinde gizlenmiş Dikilitaş’ı görmekti. Tabii ki, bu gizlilikte bir yeri bulmak o kadar da kolay olmadı benim için. Bir kere yolunuzu kaybetmektense, iki kere sormak daha iyidir, diyerek sora sora ilerlediğim bahçe aralarındaki dar yollardan Dikilitaş tüm görkemiyle karşıma çıktı
Tarihi 2700 sene öncesine dayanan taşın hali üzüntü verici bir durumdaydı maalesef. Muhtemelen taşın içinde ya da altında define bulabileceklerini düşünen kültür ve sanat eseri düşmanı vandallar, Dikilitaş’ın dibinde derin tahribatlar oluşturmuşlar. Beş - altı metre uzunluğundaki bu eserin Asurlular döneminden kalma bir Zafer Anıtı olduğu tahmin ediliyor. M.Ö. 7. yüzyılda Yunanlılar’ı yenen Asur Kralı, bu zaferden dolayı Karaduvar civarında bulunan Anchial şehrinde heykelini taşıyan bir anıt diktirmiştir. Bu anıttan geriye kalanların Dikilitaş olduğu düşünülüyor.
Bu tür taşlar tarihi dönemlerde iki ülke sınırını ayırmak için de dikilirmiş. Dikilitaş’ın üzerinde, günümüzde parçası bile kalmayan kitabesinde “Ey yolcu ye, iç gerisine karışma” sözlerinin yer aldığı tahmin ediliyor. İl kültür müdürlüğünün vakit kaybetmeden bu esere gereken özeni gösterip taşın dibindeki tahribatın giderilmesi için gerekli girişimlerde bulunması gerekiyor. Yoksa birçok eserimiz gibi Dikilitaş da elimizden kayıp gidecek.
Dikilitaş’a tahrip edilmiş haliyle veda ederken Ulu Önder Atatürk’ün bir sözü bir an kulaklarımda çınladı: “Bir vatana sahip olmanın yolu; o topraklarda yaşanmış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak ve o uygarlıklara sahip olmaktan geçer.”