Bahar oldum olası insanların ilgisini çekmiştir. Nasıl çekmesin ki, kış uykusuna yatmış doğanın uyanışı olan bahar, aynı zamanda insanın karnını doyurmasının kolaylaşacağını da müjdeler.
Hıdrellez, Nevruz, bizim coğrafyalarda bahara hoş geldin bayramlarıdır. Dünyanın başka coğrafyalarında da buna benzer bayramlarla doğanın uyanışının yarattığı sevinç ortaya serilmektedir.
Çocukluğumun köyde geçmesi doğa ile iç içe bir hayat yaşamamı mümkün kıldı. Karnımızı topraktan doyurduğumuz o dönemlerde teknolojinin kafaları karıştırıp dikkati başka yere çekecek takati yoktu henüz. Anlayacağınız doğanın bir parçası olarak yaşamanın hemen tüm koşulları mevcuttu.
Dört mevsimi de severek yaşardım; gelişlerini, gidişlerini çok yakından izler, gidene “güle güle” diye el sallarken gelene coşkuyla “hoş geldin” derdim. Ancak coşkuların en büyüğünü bahara ayırırdım.
Buğdaylar serpilip başağa koşarken, içinde gelinciklerin boy atmasına izin vermesi, çimenlerin hazırlığı bittikten sonra çiçeklerin süslemeye koyulması, kuşların melodileriyle ortalıklara dökülmesi, sürülen tarlalardaki taze toprak kokusu ve leyleklerin narin eşlikleri, başlangıçta tek tük, sonra gökyüzünü kapatacak kadar çok sayıda uçurtmanın sevinçle dans etmesi ve ışınları ile ortamı ılıklaştıran güneşin cömertliği…
Daha neler neler…
Lise eğitimi ile birlikte başlayan kent yaşamı, gerek bizdeki yapılaşmanın da kolaylaştırması ile doğadan kopuk olması, gerekse getirdiği yoğunluk nedeniyle doğayı görünmez hale getirmesi sonucunda, bu yakın tanıklığım ortadan kalktı. Yine de unutmamaya çalışıyordum mevsimleri; baharın coşkusunu hayatla buluşturma gayretindeydim. Ama hep bir şeyler eksik kalıyordu.
Yabancı dil eğitimi biraz da hayattan mola almak için bir süre yaşadığım Vancouver’da baharı karşılamıştım o dönem. Kent ile doğanın iç içeliğine verilebilecek en iyi örneklerden birdir Vancouver. İşte Vancouver’de yaşadığım Şubat-Mayıs dönemi bana çocukluğumda yaşadığım coşkuyu tekrar yaşama fırsatı verdi. Sizinle bu anımı paylaşarak bahara hoş geldin diyeceğim.
Vancouver’da, kent merkezinde doğanın uyanışını adım adım izleyerek, baharın gelişini yudum yudum içerek, gıdım gıdım koklayarak, minik minik duyarak yaşadım.
Oteldeki salonun her iki camının dibindeki ağaçlar, her sabah kalktığımda bana günaydın diyorlardı ve tabii ki ben de onlara…
İlk defa Vancouver’de gördüğüm iki ağaç, geldiğimde soyunmuş bir halde kış uykusunun sonlarını yaşıyorlardı. Bir gün rüzgârdan da yardım isteyerek pencereye uzandılar ve kulağıma fısıldadılar: “bizi izleyerek baharın gelişini gün be gün yaşayabilirsin!”
Bu davete karşılıksız kalamazdım. Kaldı ki yavaşlattığım hayatın akışı da bu çağrıya evet demem konusunda ısrarlı oluyordu. Her sabah kalktığımda günaydın ile birlikte bir hediye veriyorlardı bana.
Önce dalların uçlarında bir hareket başladı fısır fısır. Tomurcuk denecek kıvama geldiler usulca. Sonra açılmaya koyuldular acele etmeden. Ve narin mi narin pembe kırmızı minicik çiçekler gün yüzüne çıkarken, nazlı mı nazlı yeşil mi yeşil ufacık yapraklar ona eşlikte gecikmedi.
Kentin dibinde, koşmaya gittiğim doğal ormanda, her gün bahara yürüyüşün sürprizlerini de ekleyince, bunlara; bana doğanın uyanışını adım adım izlemek kaldı.
Ayvalık’ta tomurcuklarını açıp deniz kenarını sarıya boyayan Mimozalar olmasaydı bu anım çıkıp gelmez, bu yazı da olmazdı…
Nedim İnce
Ayvalık / 20. 03. 2023